ANASAYFA BİYOGRAFİ KİTAPLAR YAZILAR BİLDİRİLER RÖPORTAJLAR KÜTÜPHANE İLETİŞİM
        Detaylı Arama

Facebook'ta Paylaş

Vicdani Red, ya da, Yüreksiz Namusluların Trajedisi
Durmuş Hocaoğlu

Yeniçağ Gazetesi / 05.02.2006
Daima ve her zaman, bu fani alemde, bu kevn ü fesad dünyasında, nur ile zulmet, iyi ile kötü, sahih ile sahte, güzel ile çirkin yan-yana, birlikte var-olagelmişlerdir ve bu istenmeyen birliktelik, kıyamete kadar da böylece sürüp gidecektir; lakin bu çiftler, aralarında herhangi bir uyum sağlanması ve bir sulh aktedilmesi mümkün olmayan zıtlıklar olduğu için, aralarındaki gerginlikler ve çatışmalar da, aynı şekilde, kıyamete kadar aynı şekilde sürüp gidecektir; ta ki biri diğerini ilelebed yok edene dek - ki Kıyamet de budur esasen: "Bütün hesapları görmek için kıyam edilen gün". Bu keyfiyet, bir hilkat mes'elesidir ve Hayr'ın olduğu gibi Şerr'in de kendisinden geldiği Sani'-i Alem'in takdiridir; lakin, o Hayr'ı halkettiği gibi Şerr'i de halketmiş olmasına rağmen, ilkine rızası vardır, amma, ikincisine yoktur ve bunun için de, Ezel-i Ervah'da kendisiyle ettiği ahdine vefa gösterecek sadık kullarına, Hesap Günü'ne kadar, hakk ve hakikati hakim kılma vazifesi tevdi etmiştir. Bu, bir vazifedir ve Haksızlık karşsında susanın, "dilsiz şeytan" olarak vasıflandırılmasının esbab-ı mucibesi de budur.
 
Bu sebebe binaen, "dilli şeytan" olmasak bile, en azından "dilsiz şeytan" olarak "dilli şeytan(lar)"a destek veriyor olmamak için, hakk ve hakikat lehinde bu savaşta saf tutmak mecburiyetindeyiz. Yine "vazife": Hak ile beraber, hatta çok kereler, ondan da önce vazife! 
 
İmdi bu bir savaştır; fakat, daha teknik terimiyle, "harp" (war): Birçok kısmi savaşlardan (battle, muharebe) oluşan bir büyük savaş; hatta en büyük ve tek savaş. Bu nokta-i nazardan bakıldıkta, açıkça görülecektir ki, bu dünyada daima bir ve tek harp olmuştur ve bütün muharebelerin birer alt kümesi hükmünde olduğu bu en büyük harp, daima tek harp olarak kalacaktır.
 
Şu anda da ülkemizde, Hakk ile batıl, doğru ile yanlış, nur ile zulmet arasında, çok çeşitli cephelerde, çok çeşitli metodlarla icra edilen muharebelerden oluşan bu en büyük harbin bir sürecini yaşamaktayız; hemde tam içinde: Cephe çok, metod çok, düşman çok, ve ne yazık ki, Şair'in buyruduğu gibi, "derd çok, hemderd yok / tali' zebun, düşman kavi".
 
Ve şimdi İblis tarafından açılan şer cephelerden birisi de, işte bu: Vicdani Red Cephesi.
 
İmdi; vatan müdafaası için üzerine düşen vazifeyi ifa etmeyi prensip olarak reddetmek, hangi gerekçeye dayandırılırsa dayandırılsın, batılın hakka karşı açık, kaba ve saldırgan bir harp ilanından başkası değildir; o halde, her kim ki hakkın yanında olmak iddiasındadır, bu harp ilanını kabul etmek ve dövüşmek ile mükelleftir.
 
"Vicdani Red" gibi, içinde vicdan kelimesi bulunduğu için zihinleri kolay ifsad etmeye müheyya bir kavram - daha doğrusu, 'mefhum' - müsveddesi ile yola çıkan kaba saldırganların batıllığı daha başlangıçta, üzerine yaslandıkları ve sözde felsefi bir kılıf giydirmeye çalıştıkları "vicdan" kavramını nasıl barbarca kirlettikleriyle dahi sırıtmaktadır.
 
Nedir vicdan?
 
Felsefe'nin piri Sokrates'in terminolojisinde bir çok bakımdan vicdan karşılığı olan "daimon /daimenon", O'na göre, kişinin içindeki Tanrı sesidir; hep doğruyu ve hakkı gösteren ilahi ses [Msl., bkz. Savunma (Apologia): 21b, 33c; Kriton: 44a]. Paul Janet ve Gabriel Séaille'ın "Histoire de la Philosophie, Les Problémes et Les Écoles" (1886) isimli eserinin Metafizik bahsini "Metalib ve Mezahib" ismiyle tercüme eden [Eser Yay., İst. 1978] ve esere yazdığı hatime olan Hutbe'ye "Ey Yüce Rabb!/.../ Sen, bana, vicdan dedikleri bir buluş, vücud dedikleri bir bulunuş bağışladın" diyerek başlayan allame Elmalılı Hamdi Yazır'a göre ise, "Vicdan, her an açıkça görünen, besbelli bir ilk olay, vücud ise bu aynaya aksetmiş başka bir olay. Vicdan, vücudu, kendinden önce gelen zaruri bir şart buluyor. Bu suretle, vücud, vicdanın ilişiği olan ilk şey oluyor. Vücud olmasa vicdan olamayacak, vicdan olmasa vücud açıkça görünemeyecek. Kişinin vicdanı ile vücudunun birleşmesinde senin mi­salin, yani vekilin olan nefis, alemin vicdanı ile vücudunun birleşme başlangıcında da sen kendin belirmekte." [s.XXIII]. Yani, nasıl ki vücud bir "bulunuş" ise, vicdan da bir "buluş"tur ve mıknatısın hep magnetik kuzeyi göstermesi gibi, hep hakkı ve hakikati bulan bir manevi mıknatıs olup, Tanrı inayetidir.
     
Bu vazıyet tahtında, en azından, vicdan denen şeyin kırıntısına dahi sahip olan bir kişinin yapacağı tek şey, külfetini reddettiği bir ülkenin her nimetini reddetmek, ölüm karşısında eşitliği reddetmesine mukabil de hiçbir bahiste eşitlik talebinde bulunmamak olması iktiza ederken, nasıl olur da, vazifesini reddeden, ama haklarına – hakketmediği sözde haklarına – sımsıkı sarılan oportünistler, Filodoksa'nın hem de en müptezel türlerinden birisini göz göre- göre sahnelemeye cür'et ederek, bu derece yüce bir kavramı kalkan olarak kullanabilirler? Bence iki asli sebebe indirgenebilir bu sualin cevabı: Birincisi, nasıl ki mıknatıslar da bozulursa, vicdanlar da kirlenir; şu halde, bu makule eşhasın vicdanı kirli, yani gerçek bir vicdanın behresi dahi yok, vicdan denen asil kavramı kirletmeleri de bundan. İkinci ve asıl sebep ise, "söyleyene değil, söyletene bak" misali, namusluların, namuslular ayarında irade, güç, kudret ve cesaret sahibi olamayışlarıdır.
 
Namuslu olmak yetmiyor; hatta bu saydığımız meziyyetler olmayınca, mücerret manada bir namus dahi manasını ve kıymetini kaybediyor ki bu da başlı başına bir trajedi.
Yazıyı PDF dosyası olarak indirmek için tıklayınız. [ Boyutu: 205,52 KB ]




Copyright ©2006-2024, Durmuş Hocaoğlu

Sitede yayınlanmakta olan yazılar kaynak göstermek şartıyla kullanılabilir.

Anasayfa  |  Biyografi  |  Kitaplar  |  Yazılar
Bildiriler  |  Röportajlar  |  İletişim