ANASAYFA BİYOGRAFİ KİTAPLAR YAZILAR BİLDİRİLER RÖPORTAJLAR KÜTÜPHANE İLETİŞİM
        Detaylı Arama

Facebook'ta Paylaş

'Ya Devlet Başa, Ya Kuzgun Leşe' Ortamında Yargı ve Siyaset Üzerine
Durmuş Hocaoğlu

Yeniçağ Gazetesi / 12.03.2006
Bir müddetten beri, yargının siyasileşmesi konusunun ziyadesiyle telaffuz edilmeye başlanması muhakkak dikkat nazarlarından kaçmamış olsa gerektir; buna, siyasileşme kadar vurgu yapılmayan, ancak, en az onun kadar ve hatta birçok bakımdan daha da fazla ehemmiyetli olması hasebiyle eklenmesinde fayda mülahaza ettiğim bir başka konu da, siyasi vazıyet alışların en azından büyükçe bir kesrinin ideolojik bir zeminde icra edilmesine binaen, "ideolojikleşme" olacaktır. Mes'elenin bir başka calib-i dikkat yanlarından birisi ise, bizzat bu kabil iddiaların hemen hepsinin de, açıkça söylenmemekle birlikte, siyasi ve/veya ideolojik bir niteliğinin göze çarpmakta olmasıdır. Yani, yargı kararlarının hukuki değil de siyasi ve/ya ideolojik bir evsafa büründüğünü idda eden kesimlerin yine büyükçe bir bölümünün aslında anlatmak istedikleri, yargı kararlarının kendi siyasi ve/veya ideolojik görüşleri hilafına olduğudur diyebiliriz. Buradan çıkarılabilecek ilk neticelerden birisi, Türkiye'de mer'i hukukun, siyasi ve ideolojik farklılaşmalar karşısında yetersiz kalmakta olduğudur. Aslında, demokratik ve modern bir ülkenin vatandaşlarının siyasi ve ideolojik bakımdan farklı "fırka"lara taksim olunmuş bulunmasının, ilk nazarda gayri tabii addedilmesini mucip bir sebep olmasa gerektir; fakat bu denli derin ihtilaflar bize, bu ilk nazarda görünenden daha farklı, daha başka bir şey anlatıyor: Bu farklılaşmalar, "olağan ve sıradan" bir siyasi ve ideolojik evsaf taşımıyor; kökleri çok daha derinlerde olan, çok radikal ve çok muhataralı farklılıklar bunlar. Bu ise yaşanan sürecin "olağan ve sıradan" olmaması ile bire-bir intibak etmektedir. Süreç olağan ve alışıldık olanın hayli fevkınde olduğu için, burada sözünü etmiş olduğumuz "siyaset ve ideoloji" faslı da aynı şekilde, olağan ve alışıldık olanın hayli fevkınde olmaktadır ve o da ezcümle, bu babdaki bütün tartışmaların hemen-hemen gelip dayandığı noktanın, Türkler'in bu coğrafyadaki varlıklarına tamam mı devam mı denileceğinin muhtelif tarzlardaki cevapları olmasından ibarettir. İşte, tam ve hakiki manasıyla bir olağan-üstü, yani fevkalade, hatta fevkalhad bir vazıyet!. Bir önceki yazımızdaki son cümlede ifade ettiğimiz gibi, bu, bir "ya Devlet başa, ya kuzgun leşe" ortamıdır; bundan ala fevkaladelik mi olur?
 
Öyle ise, şöyle bir durup derin bir soluk alarak soğukkanlı ve mütemmillane tefekkür etmek gerektir: İnsan'ın idrak ve şuurundan külliyen bağımsız ve bu sebeple de hiçbir surette değiştirilebilmesi veya eleştirilebilmesi zihnen dahi mümkün olmayan ve yine bu sebeple en sağlam ve en güvevinilir kanunlar olan fizik kanunlarının bile normal olmayan, sıra-dışı ahval ve şerait altında, "normal", yani bizim bilebildiğimiz hal ve formlarından farklı olup-olmayacağının henüz bir te'minatı bilinmekte değildir; tek bir örnek olarak, bilim dünyasında vuku' bulan bütün sarsıcı değişmelere karşılık hala dimdik ayakta duran Termodinamiğin II. Kanunu ve buna bağlı olarak Entropi'nin, aşırı derecede düşük sıcaklıklarda nasıl çalışacağının henüz tam aydınlatılamamış olmasını vermek fazlasıyla kifayet edebilir. Şu halde, umumi bir prensip olarak – "mümkün ola padişahım derya tutuşa" diyen hikmetli sözde remzen ifade edildiği gibi – fevkalade hallerde, hukuk da dahil olmak üzere, fevkaladelikler olacağının da kabul ve teslim edilmesi gerekir ki, mesela "harp hukuku" da bunun en mümtaz bir örneğinden başkası değildir.
 
İmdi, bizim el'an yaşamakta olduğumuz süreç de büyük nisbette buna denk düşmektedir; Türkiye'nin içinde bulunduğu ahval ve şerait normal-dışı bir haldir, bir bakıma üstü örtülü bir harp hali; o sebeple, yaşananların da normal-dışı şartlar göz önünde bulundurularak değerlendirilmesi kaçınılmaz olmaktadır.
 
Bu noktada hemen dikkat çekilmesi gerekli olan hususlardan birisi, "yargıya müdahale", veya daha açık anlatımıyla, "yargının siyasileşmesi / siyasileştirilmesi"dir. Bu kavramla ifade edilmek istenen, herkesçe malum olduğu veçhiyle, siyasi iradenin hukuki sürece müdahalesidir; ancak bu mes'ele bu kadar basite indirgenemez; ikinci ve birçok bakımdan daha da vahim olanı, yargının bizzat kendisinin siyasileşmesi, ideolojikleşmesidir.
 
Bunu bilahare ele almak üzere şimdilik kısaca ilkine temas edelim. Hukuk, bilhassa modern devlette, hiçbir zaman siyasi iradeden tam olarak bağımsız olamamıştır, tabiatı gereği, olamaz da. Olabilmesi için, hukukun devlet erkinden tam manasıyla ve mutlak bir bağımsızlık içerinde sivil alanda oluşturulması ve devletin ise bu hukukun tatbikinde icrai bir fonksiyondan başka bir rol üstlenmemesi icap eder; halbuki, hal böyle değildir: Devlet hem "teşri" (yasama, kanun yapma), hem "kaza" (yargı) gücü ile hukukun içindedir. Hukukun devlet-bağımsız teşekkülü, nisbeten, gerek Şark'ta ve gerekse de Garp'da, dini referanslı devlet sistemlerinde mümkün olabilmiştir. Nasıl ki Şer'i Hukuk devlet erkince değil de Ulema eliyle vücud bulur ise, Kilise Hukuku (Canonic Law) da kendi sistemi içinde inşa edilir; ancak orada bile, söz gelimi, Örfi Hukuk'un devlet erki ile bağına dikkat edilmelidir. Fakat buna mukabil, modern devlet, siyasi irade ile hukuk ve kanun yapar, yani sadece Yargı'nın değil ve fakat Hukuk'un da içindedir, en azından, 'bir şekilde'; ne kadar dikkatle ayrılmasına çalışılırsa çalışılsın, bir tür "Teslis" niteliğindeki devletin üç gücünün (yasama, yargı, yürütme) arasındaki önlenemez bağlar, siyasetten ve siyasi iradeden külliyen müstakil bir hukukun ve yargının imkansızlığını gösterme yeterlidir.
Yazıyı PDF dosyası olarak indirmek için tıklayınız. [ Boyutu: 174,81 KB ]




Copyright ©2006-2024, Durmuş Hocaoğlu

Sitede yayınlanmakta olan yazılar kaynak göstermek şartıyla kullanılabilir.

Anasayfa  |  Biyografi  |  Kitaplar  |  Yazılar
Bildiriler  |  Röportajlar  |  İletişim