Bölüm: I
Son günlerde basınımız gerek yurt içinde ve gerekse de yurt dışında Türklere yönelik hristiyanlaştırma faaliyetlerini bir müddet gündeme getirdi. Adet olduğu üzere bu pek önemli milli mesele de yine bir-iki gün manşette kaldıktan sonra saman alevi gibi söndü; bundan sonra tekrar ne zaman ve ne şekilde ele alınacağı rüzgarın seyrine kalmış bir husus. Basınımızın ne denli bir milli kültür politikası olduğu buradan da görülüyor.
Türklere yönelik bir misyonerlik faaliyeti, İslam'ın kılıcı olmuş bu şanlı milleti hristiyanlaştırma gayretleri ne yeni ve ne de sathi ve münferit bir meseledir. Bu hadisenin asırlarca geriye uzanan bir tarih derinliği, vasi bir alanı kaplayan bir çoğrafi genişliği ve karmaşık bir sosyal ve kültürel boyutu vardır.
Müslümanlara yönelik ilk sistematik hristiyanlaştırma faaliyeti Endülüs'de sahneye konmuştur. Bilhassa Endülüs İslam Devleti'nin 1492'de kesin şekilde ortadan kaldırılmasından sonra kitleler halinde müslümanlar ya zor-bela kapağı Kuzey Afrika'ya atmış, ya da tarihte bir eşi daha görülmemiş engizisyon vahşetleriyle hristiyan olmuş, olmayanlar da en alçakça metodlarta katledilmiş ve neticede yedi asır İslam ile şereflenmiş bu topraklardan Islam koparılıp atılmıştır. Siyasi birliğini kuran İspanya bilahare gözünü Kuzey Afrika'ya dikmiş ve geniş çapta bir fütuhata girişmiştir. Portekizlilerin KuzeyDoğu Afrika'yı istila teşebbüsleri de aynı çağa rastlar. Eğer İla-yı Kelimatullah'ı şiar edinmiş pek kudretli Osmanlı cedlerimiz müdahalede bulunmasaydı bütün Kuzey ve Kuzeydoğu Afrika aynı akıbete uğrayacaktı: İspanyolca konuşan ve katolik bir kıt'a! Tıpkı Endülüs, tıpkı Orta ve Güney Amerika gibi! Bu haçlı seferinin belini kırmak - Anadoludakilerinde olduğu gibi - ve bu topraklarda İslamı ilelebed payidar kılmak şerefi de yine atalarımıza aittir. Yerli devlet veya devletçiklerin böyle bir kavi haçlı seferini durdurmaya ne güçleri yeterdi ve ne de doğrusu hadisenin derinliğini kavrayabilecek ufukları vardı. Aynı hristiyanlaştırma / sömürgeliştirme faaaliyetleri Uzakdoğu'da da keza Türkler tarafondan durdurulmuş ve Güneydoğu Asya ile Endonezya'ya yönelik haçlı yayılma projesi de akamete uğratılmıştır. Eğer Osmanlı'nın müdahalesi olmasa idi bu topraklar en geç 16. asırda sömürgeleşerek Filipinler'in akibetine uğrardı. Tabiidir ki Osmanlının buradaki müdahele ve mücadeleleri anavatan topraklarına çok uzak olması hasebiyle daha ziyade deniz aşırı donanma harekatı ve yerli devletlerin desteklenmesi gibi dolaylı yollardan olmuştur.
Kazan Hanlığı'nın en nihayet 1556'da Ruslartarafından yıkılmasını müteakip buradaki müslüman Türkler üzerinde çok büyük baskılara girişilmiş olup önemli miktarda Türk, hristiyanlaşmış ve Ruslaşmış, fakat yine de büyük bir kitle günümüze kadar dinini korumuştur.
Bu arada - bilhassa ilk cihan harbine kadar - Balkanlar'da, Asya'da ve Afrika'da mühim mikarda İslam toprağı haçlıların kontrolüne girmiştir. Cezayir, Libya, Habeşistan, Somali vb. gibi bir çok Afrika ülkesi, bütün Orta Asya, Balkanlar, Kafkaslar, Kırım ve Hindistan'da Rus, İngiliz, Fransız, İtalyan vb. hakimiyetinin gelmesiyle aynı faaliyetlere girişilmiştir. Fakat ne var ki artık devir değişmiş bulunuyor, engizisyonun vahşi metodları yerine medenileşen (!) Batının daha mutedil ve ılımlı metodları uygulanıyordu (Fakat, "ne kadar palanduz olsa eşek yine eşektir" düsturu muktezasınca Batının bu huyunun ne şekilde sık-sık teptiğini görmek mümkündür ki bunların en açık örneği bugün Bulgarların Türklere uyguladığı ve Yunanın da hazırlığını yaptığı alçak cinayetlerdir). Bu medeni (!) usuller ise bildiğimiz "sömürge" metodlarıdır. Eğer Batı bu toprakları bir kaç asır evvel ele geçirmiş olsa idi oralarını bir Orta ve Güney Amerika yahut Filipinlerin akibetine uğratacakken Türk müdahalesi bu durumu önlemiş ve sadece geçici bir sömürgeleşme olmaktan ileri gidememiştir.
Bu "sömürge" çağına ait en önemli husus, misyonerlik ile sömürgecilik arasındaki paralelliktir. Misyonerlik, artık sanayi çağını idrak etmis olan Batı için sömürgeciliğin hem öncüsü ve hem de tamamlayıcısı olmuştur.
Bu arada İslam dünyasında haçlı seferlerinden çok daha önemli ve derin etkileri olmuş olan "Batılılaşma" hareketlerinden de söz etmek gerekir. Miladi 18. asır sonlarında yavaş yavaş kuvveden füle çıkmaya başlayan ve 19. asırdan itibaren resmi ve aleni devlet politikaları halinde yürütülmeye başlanan bütün İslam ülkelerinde ve bilhassa Türkiye'de - Batı ile en sık teması olması hasebiyle en önce ve en şiddetli olarak orada görülür - klasik kültür temellerini derinden sarsarak onulmaz yaralar açmış ve zamanla büyüyerek bariz bir kültür ve medeniyet erozyonuna, manevi bunalıma yol açmıştır. Bu kültür erozyonu başlangıçta en büyük etkisini üst seviyedeki zümre ve tabakalarda, yani "havass"da icra etmiştir; esasen onlar bu işin gönüllü taşıyıcıları ve öncüleri olmuşlardır. Dolayısıyla, henüz başında büyük sessiz çoğunluğa doğrudan intikal eden bir şey yokır. Ancak ne var ki kurt bir defa girmiş ve zamanla ağır-ağır ama sistematik olarak ilerleyip sonunda tamamını etkisini altına alacaktır. Nitekim öyle olmuş ve Batılılaşma neticede topyekun milli bünyeye yönelik ciddi ve tehlikeli tahribatlar yapmış, derin yaralar açmış ve manevi boşluklar meydana getirmiştir.
Batı ile karşılaşmak şüphesiz bir zaruretti; tamamen kendi içine kapanık bir cemiyetin ayakta kalabilmesi mümkün değildir. Böylece onu "çağ dışı"na itecek ve kaçınılmaz olarak fiili yabancı hakimiyetine düşmek suretiyle sömürgeleşmesine yol açacaktır. "Çağdaşlaşmak" en azından ayakta kafmak için bir zarurettir ve bunun yollarından biri de, şüphesiz, dünyayı bilmektir. Çağdaşlaşamayan toplumların feci akıbetleri ortadadır: Batılıların bütün sömürgeleri çağdışı kalmış veya en azından, çağı yakalayamamış toplumlardır. Nitekim tamamıyla çağdışı kalmış olanlara verilecek örnek, bütün Amerika yerlilerinin kültürüdür. Orta Asya Türk devletleri ile Uzakdoğu ise tamamen çağdışı kalmış ofmamakla beraber çağın gerisinde kalmış oldukları için sömürge olmuşlardır.
Dikkat edilmesi gereken bir husus, "çağdaşlaşmak" ile "Batılılaşmak" arasındaki derin farktır. Çağdaş olmak, "köklü mazide olan ati olmak", kendi istikbalini kendi mazisi üstünde temellendirmek ve çağını bu temeller üstünde kavramak demektir. Batılılışmak ise her şeyden, önce mazi olan bağlarını radikal bir tarzda kopararak bu temelleri yıkmak ve 'başkasının temeli'nden işe başlamak, yani bir anlamda 'başkası' olmak demektir. Bu da zaruri olarak bir boşluk doğuracaktır; zira Batının arka planında ikibin yıllık bir Yunan-Hristiyan temeline dayalı kültür birikimi vardır. Biz ise doğulu ve müslümanız. Bu tezat, niçin Batılılaşma hareketinin bütün Doğu-İslam ülkelerinde ikiyüz yıllık bir maziye rağmen hala tartışma konusu olmaya devam ettiğini, yani 'yan oturduğunu' izah eder. Sonuç, kültür ve medeniyet krizidir. Artık halis doğulu olmadığımız gibi batılı da değiliz. Yani, "kimliğimiz" tartışmalı! Kültür ve medeniyet krizi ile sosyal kimlik krizini birbirinden soyutlamak mümkün değil.
Böylesine bunalımlı bir sosyal bünye, elbette ki olumlu-olumsuz bütün dış tesirlerden çok derin şekilde etkilenecektir. Çünkü onun bu etkilere sağtıklı bir şekilde cevap verebilmesi, uygun olanlarını alıp özümsemesi, kendine maletmesi, aykırı olanları def' edebilmesi için bizzat kendisinin "sağlıklı" olması icap eder. Fizik dünyada olduğu gibi, sosyal ve manevi dünyada da eşyanın kanunları bulunduğunu unutmamak gerekir.
Bölüm: II
İşte, Batılılışma macerasının bizi getirdiği nokta: Kültürel, iktisadi ve askeri gücü yüksek Batı karşısında, bu sahalardaki zayıflığımız ve, ne kendimiz ve ne de başkası olamayışımız bizi, gökyüzüne bulut gelse zatürre olur hale getirmiştir.
Nitekim bu zaaf artık sosyal kimlik krizinin tabana yayılması ile daha vahim örnekler sergilemektedir: Sosyal bünyede göz-ardı edilemeyecek ciddi çözülmeler var. Namusu ile şöhret yapan Türk erkek ve kadını içinde - büyük kitleyi tenzih ederek söylüyorum - gizli ve aleni fuhşiyata ve çirkince ilişkilere bulaşanların, uyuşturucuya müptela olanların sayısı hiç de az değil; öyle ki sadece İstanbul'da - affınıza sığınırım - hayat kadınlarının sayısının son on yılda bir kaç on kere artmış olduğu resmi ağızlardan ifade edilmiştir. Dürüstlüğü ile tanınan bu millet, bugün birbirinden yaka silker hale gelmiştir; hemen herkes birbiriyle mahkemelik durumda. Rüşvet, suistimal, vurgun, irtikab vb. olumsuz şeyler hakkında hergün sonu gelmez haberler basında birbirini kovalıyor. Haram-helal ayırımına dikkat etmek neredeyse alay konusu oluyor. Nasıl ve nereden kazandığı belirsiz türedi zenginler, ar damarı çatlamış aşüfteler, "o biçim" enteller adeta günümüzün kahramanları.
Sebep iktisadi zaruretler olamaz, her ne kadar iktisadi şartların da bir etki nisbeti varsa da tayin edici faktör olamaz; zira bu millet bugünkü haline kıyasla çok daha fakir günler yaşamış olduğu halde böyle bir şey vu'ku bulmamıştı. Sebep, manevi bunalım, ahlaki erozyondur
Bir toplum ki sürekli olarak yabancı kültürlerin inanılmaz bombardımanlarına sonuna kadar açık ve savunmasızdır; bir toplum ki kendi özdili, anadili, kendi yurdunda ikinci sınıf dil muamelesi görür, aşağılanır, horlanır ve buna mukabil yad-yabanın dili baş-tacı edilir; bir toplum ki kendi öz musıkisi ve san'atları aşağılanır, hakarete maruz bırakılır ve kendini kendi memleketinde kabul ettirmek için mücadele vermek zorunda bırakılır; bir toplum ki kendi öz yurdunda kendi milletinin milliyetçiliğini yapmak alay ve hatta suç konusu olur; bir toplum ki devletin resmi televizyonundan gençliğine 'model' diye zibidiler takdim edilir; bir toplum ki romanlarında, hikayelerinde, karikatür ve filmlerinde din adamı cahil, yobaz, şehvet düşkünü, sahtekar ve riyakar ve hatta hain-i vatan olarak takdim edilirken dili kara, dini kara papazlara söz dokundurulmaz; bir toplum ki dürüstlük, fedakarlık, feragat, vatan-millet-din aşkı gibi insanlığın yüz akı hasletler fiiliyatta lüzumsuz gayretkeşlik muamelesi görürken "at şişeyi - dön köşeyi" bayalığı bir hayat felsefesi olarak takdim ve telkin edilir; bir toplum ki müslüman mahallesinde salyangoz satarcasına, ecdad yadigarı eserler en büyük şehirlerde dahi herkesin gözü önünde yabancı istilasına uğramışçasına hoyratça muamelelere maruz bırakılırken Ermeni, Yunan, Bizans bilmem kimin çanak kırıkları bile restore edilip müzelerin en mutena yerlerine konur; bin yıllık Selçuk'un adı Efes ile değiştirilip Meryem Ana Evleri, Artemis Mabetleri keşfedilip bunları anlı-şanlı törenlerde şaraplarla yıkanır; 'Noel Baba'(!)nın bu topraklarda yaşamış olmakla bizleri ne büyük şeref ve ihsanlara gark ettiğinin ebedi hatırasını yaşatmak için bu memlekette bir Fuzuli heykeli yokken heykeli dikilip körpe dimağlara Noel Baba zehiri akıtılırsa... Söyleyin, siz ey anlı-şanlı, pek muhterem entel beyler, ey ulema-yı kiram ve rical-i izam: Yolunu şaşırmış bir kaç zavallı boşlukta kalmamak için, tutunacak bir dal bulmak gayesiyle Saint-Antoine Kilisesi'nde papazın eteğine sarılmışsa, bunda anlaşılmayacak ne var?
Ne o zavallılara kızmalı ve ne de onlara çengel atanlara! Eşya'nın tabiatı hükmünü icra etmektedir!
Bundan takriben on sene kadar önce beni "aydınlatmaya" çalışan özbe öz Türk ve müslüman evladı bir yehova şahidi ile tartışmamı hatırlarım. Bir daha gelmemek üzere yüz-geri olup gitmeden önce şunları söylemişti: "Ben İslam dini hakkında hiç iyi bir şey duymadım ki!"
Şüphesiz bu gençler birer münferit vak'a değil, birer "tiptir"ler. Aristo'dan beri bilinen bir şey vardır: Tabiatta boşluk olmaz! Bu, manevi dünya için de geçerlidir: Hiç bir şeye inanmayan bir nihilist "hiç bir şeye inanmamayı" bir din haline getirir: Aksi halde hayat bütünüyle manasını kaybeder ve böylelerinin sonu intihardır.
Tabii ki bu örnekleri toplumumuzun bütüne teşmil etmek niyetinde değilim; sessiz büyük çoğunluğu tenzih ederim. Ancak bu da bizi bir rehavete sevk etmemelidir: Allah korusun, sonu bir milli felakettir ki bir kaç nesil sonra, kendi evlatlarımızın, göğüslerindeki haçlar ile karşımıza dikildiklerini görürüz.
Mühendislik yaptığım yıllarda, hayatın içinde bizzat deneye-deneye çok iyi öğrendiğim ve sayısız nimetlerini gördüğüm bir meslek düsturu vardı ki bütün konularda geçerli olduğuna inanıyorum: Hata ve suç karşındakinde olsa dahi sen onu yine kendinde ara; evvela kendini hizaya sok! Başarının temeli budur; karşındakini suçlayıp yatmak, bir zihin ve beden tembelliği getirir,
Bu çözülmeyi durdurmadıkça böyle din değiştirme olaylarının önlenmesi mümkün olamaz. Çözülmenin durdurulması için de yapılacak yegane şey, önce kendimizi tenkid ve tahlil etmek, sonra da kendi temellerimizden kalkarak kendi rönesansımızı inşa etmek, maziye dayanarak atiye yükselmek, yani, "kendimiz olarak kalmaya devam ederek" ÇAĞDAŞ olmaktır.
|