ANASAYFA BİYOGRAFİ KİTAPLAR YAZILAR BİLDİRİLER RÖPORTAJLAR KÜTÜPHANE İLETİŞİM
        Detaylı Arama

Facebook'ta Paylaş

Misyonerlik Faaliyetleri Hakkında
Durmuş Hocaoğlu

Zaman Gazetesi / 29-30 Ocak 1988
Bölüm: I
 
Son günlerde basınımız gerek yurt içinde ve gerekse de yurt dışında Türklere yönelik hristiyanlaştırma faaliyetlerini bir müddet gündeme getirdi. Adet olduğu üzere bu pek önemli milli mesele de yine bir-iki gün manşette kaldıktan sonra saman alevi gibi söndü; bundan sonra tekrar ne zaman ve ne şekilde ele alınacağı rüz­garın seyrine kalmış bir husus. Basınımızın ne denli bir milli kültür politikası olduğu buradan da görülüyor.
 
Türklere yönelik bir misyonerlik faaliyeti, İsla­m'ın kılıcı olmuş bu şanlı milleti hristiyanlaş­tırma gayretleri ne yeni ve ne de sathi ve mün­ferit bir meseledir. Bu hadisenin asırlarca geri­ye uzanan bir tarih derinliği, vasi bir alanı kap­layan bir çoğrafi genişliği ve karmaşık bir sos­yal ve kültürel boyutu vardır.
 
Müslümanlara yönelik ilk sistematik hristi­yanlaştırma faaliyeti Endülüs'de sahneye konmuştur. Bilhassa Endülüs İslam Devleti'nin 1492'de kesin şekilde ortadan kaldırılmasından sonra kitleler halinde müslümanlar ya zor-bela kapağı Kuzey Afrika'ya atmış, ya da tarihte bir eşi daha görülmemiş engizisyon vahşetleriyle hristiyan olmuş, olmayanlar da en alçakça me­todlarta katledilmiş ve neticede yedi asır İslam ile şereflenmiş bu topraklardan Islam koparılıp atılmıştır. Siyasi birliğini kuran İspanya bilaha­re gözünü Kuzey Afrika'ya dikmiş ve geniş çap­ta bir fütuhata girişmiştir. Portekizlilerin Kuzey­Doğu Afrika'yı istila teşebbüsleri de aynı çağa rastlar. Eğer İla-yı Kelimatullah'ı şiar edinmiş pek kudretli Osmanlı cedlerimiz müdahalede bulunmasaydı bütün Kuzey ve Kuzeydoğu Af­rika aynı akıbete uğrayacaktı: İspanyolca konu­şan ve katolik bir kıt'a! Tıpkı Endülüs, tıpkı Or­ta ve Güney Amerika gibi! Bu haçlı seferinin be­lini kırmak - Anadoludakilerinde olduğu gibi - ve bu topraklarda İslamı ilelebed payidar kılmak şerefi de yine atalarımıza aittir. Yerli devlet ve­ya devletçiklerin böyle bir kavi haçlı seferini dur­durmaya ne güçleri yeterdi ve ne de doğrusu hadisenin derinliğini kavrayabilecek ufukları vardı. Aynı hristiyanlaştırma / sömürgeliştirme faaaliyetleri Uzakdoğu'da da keza Türkler tarafondan durdurulmuş ve Güneydoğu Asya ile Endonezya'ya yönelik haçlı yayılma projesi de ­akamete uğratılmıştır. Eğer Osmanlı'nın müda­halesi olmasa idi bu topraklar en geç 16. asır­da sömürgeleşerek Filipinler'in akibetine uğrar­dı. Tabiidir ki Osmanlının buradaki müdahele ve mücadeleleri anavatan topraklarına çok uzak olması hasebiyle daha ziyade deniz aşırı donanma harekatı ve yerli devletlerin desteklenmesi gibi dolaylı yollardan olmuştur.
 
Kazan Hanlığı'nın en nihayet 1556'da Rus­lartarafından yıkılmasını müteakip burada­ki müslüman Türkler üzerinde çok büyük bas­kılara girişilmiş olup önemli miktarda Türk, hris­tiyanlaşmış ve Ruslaşmış, fakat yine de büyük bir kitle günümüze kadar dinini korumuştur.
 
Bu arada - bilhassa ilk cihan harbine kadar - ­Balkanlar'da, Asya'da ve Afrika'da mühim mikarda İslam toprağı haçlıların kontrolüne girmiştir. Cezayir, Libya, Habeşistan, Somali vb. gibi bir çok Afrika ülkesi, bütün Orta Asya, Balkan­lar, Kafkaslar, Kırım ve Hindistan'da Rus, İngi­liz, Fransız, İtalyan vb. hakimiyetinin gelmesiyle aynı faaliyetlere girişilmiştir. Fakat ne var ki artık devir değişmiş bulunuyor, engizisyonun vahşi metodları yerine medenileşen (!) Batının daha mutedil ve ılımlı metodları uygulanıyordu (Fa­kat, "ne kadar palanduz olsa eşek yine eşektir" düsturu muktezasınca Batının bu huyunun ne şekilde sık-sık teptiğini görmek mümkündür ki bunların en açık örneği bugün Bulgarların Türk­lere uyguladığı ve Yunanın da hazırlığını yaptı­ğı alçak cinayetlerdir). Bu medeni (!) usuller ise bildiğimiz "sömürge" metodlarıdır. Eğer Batı bu toprakları bir kaç asır evvel ele geçirmiş olsa idi oralarını bir Orta ve Güney Amerika yahut Filipinlerin akibetine uğratacakken Türk müdahalesi bu durumu önlemiş ve sadece geçici bir sömürgeleşme olmaktan ileri gidememiştir.
 
Bu "sömürge" çağına ait en önemli husus, misyonerlik ile sömürgecilik arasındaki pa­ralelliktir. Misyonerlik, artık sanayi çağını idrak etmis olan Batı için sömürgeciliğin hem öncü­sü ve hem de tamamlayıcısı olmuştur.
 
Bu arada İslam dünyasında haçlı seferlerin­den çok daha önemli ve derin etkileri olmuş olan "Batılılaşma" hareketlerinden de söz et­mek gerekir. Miladi 18. asır sonlarında yavaş yavaş kuvveden füle çıkmaya başlayan ve 19. asırdan itibaren resmi ve aleni devlet politika­ları halinde yürütülmeye başlanan bütün İslam ülkelerinde ve bilhassa Türkiye'de - Batı ile en sık teması olması hasebiyle en önce ve en şid­detli olarak orada görülür - klasik kültür temel­lerini derinden sarsarak onulmaz yaralar açmış ve zamanla büyüyerek bariz bir kültür ve me­deniyet erozyonuna, manevi bunalıma yol aç­mıştır. Bu kültür erozyonu başlangıçta en bü­yük etkisini üst seviyedeki zümre ve tabakalar­da, yani "havass"da icra etmiştir; esasen onlar bu işin gönüllü taşıyıcıları ve öncüleri olmuşlardır. Dolayısıyla, henüz başında büyük sessiz çoğunluğa doğrudan intikal eden bir şey yok­ır. Ancak ne var ki kurt bir defa girmiş ve za­manla ağır-ağır ama sistematik olarak ilerleyip sonunda tamamını etkisini altına alacaktır. Nitekim öyle olmuş ve Batılılaşma neticede topyekun milli bünyeye yönelik ciddi ve tehlikeli tahribatlar yapmış, derin yaralar açmış ve manevi boşluklar meydana getirmiştir.
 
Batı ile karşılaşmak şüphesiz bir zaruretti; ta­mamen kendi içine kapanık bir cemiyetin ayakta kalabilmesi mümkün değildir. Böylece onu "çağ dışı"na itecek ve kaçınılmaz olarak fiili yabancı hakimiyetine düşmek suretiyle sö­mürgeleşmesine yol açacaktır. "Çağdaşlaş­mak" en azından ayakta kafmak için bir zaru­rettir ve bunun yollarından biri de, şüphesiz, dünyayı bilmektir. Çağdaşlaşamayan toplumla­rın feci akıbetleri ortadadır: Batılıların bütün sö­mürgeleri çağdışı kalmış veya en azından, çağı yakalayamamış toplumlardır. Nitekim tama­mıyla çağdışı kalmış olanlara verilecek örnek, bütün Amerika yerlilerinin kültürüdür. Orta As­ya Türk devletleri ile Uzakdoğu ise tamamen çağdışı kalmış ofmamakla beraber çağın geri­sinde kalmış oldukları için sömürge olmuşlar­dır.
 
Dikkat edilmesi gereken bir husus, "çağdaşlaşmak" ile "Batılılaşmak" arasın­daki derin farktır. Çağdaş olmak, "köklü mazi­de olan ati olmak", kendi istikbalini kendi mazisi üstünde temellendirmek ve çağını bu temel­ler üstünde kavramak demektir. Batılılışmak ise her şeyden, önce mazi olan bağlarını radikal bir tarzda kopararak bu temelleri yıkmak ve 'baş­kasının temeli'nden işe başlamak, yani bir an­lamda 'başkası' olmak demektir. Bu da zaruri olarak bir boşluk doğuracaktır; zira Batının arka planında ikibin yıllık bir Yunan-Hristiyan te­meline dayalı kültür birikimi vardır. Biz ise doğulu ve müslümanız. Bu tezat, niçin Batılılaşma hareketinin bütün Doğu-İslam ülkelerinde ikiyüz yıllık bir maziye rağmen hala tartışma konusu olmaya devam ettiğini, yani 'yan oturduğunu' izah eder. Sonuç, kültür ve medeniyet krizidir. Artık halis doğulu olmadığımız gibi batılı da de­ğiliz. Yani, "kimliğimiz" tartışmalı! Kültür ve me­deniyet krizi ile sosyal kimlik krizini birbirinden soyutlamak mümkün değil.
 
Böylesine bunalımlı bir sosyal bünye, elbet­te ki olumlu-olumsuz bütün dış tesirlerden çok derin şekilde etkilenecektir. Çünkü onun bu etkilere sağtıklı bir şekilde cevap verebilmesi, uygun olanlarını alıp özümsemesi, kendine ma­letmesi, aykırı olanları def' edebilmesi için bizzat ken­disinin "sağlıklı" olması icap eder. Fizik dün­yada olduğu gibi, sosyal ve manevi dünyada da eşyanın kanunları bulunduğunu unutmamak gerekir. ­
 
Bölüm: II
 
İşte, Batılılışma macerasının bizi getirdiği nok­ta: Kültürel, iktisadi ve askeri gücü yüksek Ba­tı karşısında, bu sahalardaki zayıflığımız ve, ne ken­dimiz ve ne de başkası olamayışımız bizi, gök­yüzüne bulut gelse zatürre olur hale getirmiştir.
 
Nitekim bu zaaf artık sosyal kimlik krizinin tabana yayılması ile daha vahim örnekler sergilemektedir: Sosyal bünyede göz-ardı edileme­yecek ciddi çözülmeler var. Namusu ile şöhret yapan Türk erkek ve kadını içinde - büyük kitle­yi tenzih ederek söylüyorum - gizli ve aleni fuhşiyata ve çirkince ilişkilere bulaşanların, uyuş­turucuya müptela olanların sayısı hiç de az de­ğil; öyle ki sadece İstanbul'da - affınıza sığınırım­ - hayat kadınlarının sayısının son on yılda bir kaç on kere artmış olduğu resmi ağızlardan ifade edilmiştir. Dürüstlüğü ile tanınan bu millet, bu­gün birbirinden yaka silker hale gelmiştir; he­men herkes birbiriyle mahkemelik durumda. Rüşvet, suistimal, vurgun, irtikab vb. olumsuz şeyler hakkında hergün sonu gelmez haberler basında birbirini kovalıyor. Haram-helal ayırımı­na dikkat etmek neredeyse alay konusu oluyor. Nasıl ve nereden kazandığı belirsiz türedi zen­ginler, ar damarı çatlamış aşüfteler, "o biçim" enteller adeta günümüzün kahramanları.
 
Sebep iktisadi zaruretler olamaz, her ne kadar iktisadi şartların da bir etki nisbeti varsa da tayin edici faktör olamaz; zira bu millet bugünkü haline kıyasla çok daha fakir günler yaşamış olduğu halde böyle bir şey vu'ku bulmamıştı. Sebep, manevi bunalım, ahlaki erozyondur
 
Bir toplum ki sürekli olarak yabancı kültürlerin inanılmaz bombardımanlarına sonuna kadar açık ve savunmasızdır; bir toplum ki kendi özdili, anadili, kendi yurdunda ikinci sınıf dil muamelesi görür, aşağılanır, horlanır ve buna mukabil yad-yabanın dili baş-tacı edilir; bir toplum ki kendi öz musıkisi ve san'atları aşağılanır, hakarete maruz bırakılır ve kendini kendi memleketinde kabul ettirmek için mücadele vermek zorunda bırakılır; bir toplum ki kendi öz yurdun­da kendi milletinin milliyetçiliğini yapmak alay ve hatta suç konusu olur; bir toplum ki devle­tin resmi televizyonundan gençliğine 'model' di­ye zibidiler takdim edilir; bir toplum ki roman­larında, hikayelerinde, karikatür ve filmlerinde din adamı cahil, yobaz, şehvet düşkünü, sah­tekar ve riyakar ve hatta hain-i vatan olarak tak­dim edilirken dili kara, dini kara papazlara söz dokundurulmaz; bir toplum ki dürüstlük, feda­karlık, feragat, vatan-millet-din aşkı gibi insan­lığın yüz akı hasletler fiiliyatta lüzumsuz gayret­keşlik muamelesi görürken "at şişeyi - dön köşeyi" bayalığı bir hayat felsefesi olarak tak­dim ve telkin edilir; bir toplum ki müslüman ma­hallesinde salyangoz satarcasına, ecdad yadi­garı eserler en büyük şehirlerde dahi herkesin gözü önünde yabancı istilasına uğramışçasına hoyratça muamelelere maruz bırakılırken Erme­ni, Yunan, Bizans bilmem kimin çanak kırıkları bile restore edilip müzelerin en mutena yerle­rine konur; bin yıllık Selçuk'un adı Efes ile de­ğiştirilip Meryem Ana Evleri, Artemis Mabetle­ri keşfedilip bunları anlı-şanlı törenlerde şarap­larla yıkanır; 'Noel Baba'(!)nın bu topraklarda yaşamış olmakla bizleri ne büyük şeref ve ih­sanlara gark ettiğinin ebedi hatırasını yaşatmak için bu memlekette bir Fuzuli heykeli yokken heykeli dikilip körpe dimağlara Noel Baba zehi­ri akıtılırsa... Söyleyin, siz ey anlı-şanlı, pek muhterem entel beyler, ey ulema-yı kiram ve rical-i izam: Yolunu şaşırmış bir kaç zavallı boş­lukta kalmamak için, tutunacak bir dal bulmak gayesiyle Saint-Antoine Kilisesi'nde papazın eteğine sarılmışsa, bunda anlaşılmayacak ne var?
 
Ne o zavallılara kızmalı ve ne de onlara çen­gel atanlara! Eşya'nın tabiatı hükmünü icra etmektedir!
 
Bundan takriben on sene kadar önce beni "aydınlatmaya" çalışan özbe öz Türk ve müslüman evladı bir yehova şahidi ile tartışmamı ha­tırlarım. Bir daha gelmemek üzere yüz-geri olup gitmeden önce şunları söylemişti: "Ben İslam dini hakkında hiç iyi bir şey duymadım ki!"
 
Şüphesiz bu gençler birer münferit vak'a değil, birer "tiptir"ler. Aristo'dan beri bilinen bir şey vardır: Tabiatta boşluk olmaz! Bu, ma­nevi dünya için de geçerlidir: Hiç bir şeye inanma­yan bir nihilist "hiç bir şeye inanmamayı" bir din haline getirir: Aksi halde hayat bütünüyle manasını kaybeder ve böylelerinin sonu intihar­dır.
 
Tabii ki bu örnekleri toplumumuzun bütüne teşmil etmek niyetinde değilim; sessiz büyük çoğunluğu tenzih ederim. Ancak bu da bi­zi bir rehavete sevk etmemelidir: Allah korusun, sonu bir milli felakettir ki bir kaç nesil sonra, kendi evlatlarımızın, göğüslerindeki haçlar ile karşımıza dikildiklerini görürüz.
 
Mühendislik yaptığım yıllarda, hayatın için­de bizzat deneye-deneye çok iyi öğrendi­ğim ve sayısız nimetlerini gördüğüm bir mes­lek düsturu vardı ki bütün konularda geçerli ol­duğuna inanıyorum: Hata ve suç karşındakin­de olsa dahi sen onu yine kendinde ara; evve­la kendini hizaya sok! Başarının temeli budur; karşındakini suçlayıp yatmak, bir zihin ve be­den tembelliği getirir,
 
Bu çözülmeyi durdurmadıkça böyle din de­ğiştirme olaylarının önlenmesi mümkün ola­maz. Çözülmenin durdurulması için de yapıla­cak yegane şey, önce kendimizi tenkid ve tahlil etmek, sonra da kendi temellerimizden kalka­rak kendi rönesansımızı inşa etmek, maziye dayanarak atiye yükselmek, yani, "kendimiz ola­rak kalmaya devam ederek" ÇAĞDAŞ olmak­tır.
Yazıyı PDF dosyası olarak indirmek için tıklayınız. [ Boyutu: 206,77 KB ]




Copyright ©2006-2024, Durmuş Hocaoğlu

Sitede yayınlanmakta olan yazılar kaynak göstermek şartıyla kullanılabilir.

Anasayfa  |  Biyografi  |  Kitaplar  |  Yazılar
Bildiriler  |  Röportajlar  |  İletişim