ANASAYFA BİYOGRAFİ KİTAPLAR YAZILAR BİLDİRİLER RÖPORTAJLAR KÜTÜPHANE İLETİŞİM
        Detaylı Arama

Facebook'ta Paylaş

Sığ ve Sıra-Altı Siyaset ve 'Kimlik' Mes'elesi: I
Durmuş Hocaoğlu

Yeniçağ Gazetesi / 20.01.2006
Mülk'ün temeli ana hatlarıyla şu üç prensibe irca edilebilir: Adalet, Hürriyet ve Mülkiyet. Bir mülk, ister zor ile geçirilsin, ister sözleşme ile te'sis edilsin, ancak bu üç prensibe riayet ettiği müddetçe istikbalini te'minat altına olmuş olur; "bir ülke kılıçla ele geçirilebilir, ama kılıçla elde tutulamaz" denmesinin sebebi de budur. Esasen, bu üç şartı gereği gibi ifa eden bir siyaset, alenen veya zımnen bir sözleşme (mukavele) idaresi te'sis etmiş sayılabilir. Beri yandan, bunlardan ilki aslında diğer ikisini de tazammun ettiği için, hepsinin bir tek prensibe, Adalet'e irca edilmesi de mümkündür; "Adalet Mülk'ün temelidir" denmesinin olduğu gibi, "bir ülkeyi küfür değil zulüm yıkar" denmesinin sebeb-i hikmeti de budur. 
 
Adalet nedir diye sual edilecek olursa, diyebiliriz ki, Hakk'ın yerli yerine oturtulması, herşeyin olması gereken yere konmasıdır. Hak(lar) ise, sahip olunan birtakım niteliklerdir ki bunların birkısmı doğuştan gelen (fıtri) ve birkısmı ise kazanılan (kesbi, mükteseb) haklardır. Fıtri haklar, ayrıca elde edinmek için bir kisb (kazanç) ve gayret (sa'y) gerektirmeyen, her doğanın doğduğu anda elinde bulduğu haklar olup tamamen - veya kısmen de olsa - devredilemez, paylaşılamaz ve vazgeçilemezdirler ki Hürriyet bunların en başında gelir. Kesbi hakların ise ayrıca kazanılması iktiza eder; ne var ki bunun için de herkese aynı hakkı tahsil edebilecekleri şartların sağlanması da şart olup buna da Eşitlik denir; eşitliğin te'min edilmediği yerde herkesin aynı hakkı elde edebilme imkanı da bulunamaz ve bu ise adaletsizlik demektir; binaenaleyh, Adalet, ayrıca zikredilmeye ve telaffuza lüzum dahi olmaksızın Eşitlik'i de tazammun eder diyebiliriz. Ancak; eşitlik, hakların kazanılması için gereken ortamın alt-yapısı olup, hak dağıtımındaki şart değildir ve bu noktada - Eşitlik'i de içinde barındıran - Adalet'e öncelik tanıyan Doğu düşüncesinin, bilhassa Aydınlanma ile birlikte Eşitlik'e öncelik tanıyan Batı düşüncesine üstün olduğunu da söyleyebiliriz.
 
İmdi; gerek fıtri ve gerekse de kesbi haklar, her ikisi de, hadsiz ve hudutsuz değildir; mesela hiç kimsenin hürriyetinin sınırsız olmaması gibi. Lakin burada asıl olarak odaklanmak istediğim husus, kesbi haklardır: Kazanılan hakların doğması için bir sa'y ü gayret gerektir demiştik; bu ise, Hakk yanında, bahusus günümüz Türkiye'sinde - sığlığın, sıraaltılığın, cehaletin, oportünizmin ve ahlaki çürümüşlüğün en vurgulu emarelerinden birisi olarak - üzerinde hemen adeta hiç durulmayan son derece önemli bir mefhumun gündeme getirilmesi demektir: "Vazife", veya, ondan biraz daha farklı olmakla beraber, "Görev". Kesbi Haklar, ancak Vazife ile var olur; ilkinin olmadığı yerde ikincisinden bahis dahi edilemez. Edilirse, ne olur? Çok basit: Zulüm! Çünkü, Zulüm ve Adalet düal bir çift olup, yek diğerinin zıddı, muhalifi ve düşmanıdır; birinin olduğu yerde diğeri bulunamaz.
 
Niçin zulüm? O da çok basit; ama önce biraz saf felsefe:
 
Çünkü, "var-olmanın" bile bir bedeli vardır; olmaması için, var-olan'ın, kendi kendisinin var kılıcısı (vacib varlık) olmak iktiza eder ki bu da ancak ve yalnız, Vacibü'l- Vücud olan Tanrı'dır, ya da has ismi ile Allah. Allah'ın insanlara kendisini tanıma şartı koşmasının esbab-ı mucibesi de bundan gayrisi değildir. O, bununla, var-olmayanları var-kılmış - diğer bir ifadeyle, üzerlerindeki yokluk perdesini kaldırarak varlığa çıkarmış ve her an da varlıkta tutuyor olmuş - olmakla, onlar üzerinde doğan hakkını istemektedir ve bu sebeple, var-olanların, kendilerini var-kılan ve her an varlıkta tutan Rabblerini, Lordlarını tanımamaları, Hakk'ın çiğnenmesi, yani "zulüm"dür; yani Allah'ı tanımayan, ap-açık zalim olmuş olmaktadır ve binaenaleyhe zalik, Allah da, kendisini tanımayanları tecziye etmekle, bu en büyük hakkın çiğnenmesini düzeltmiş olmaktadır; çünkü bu suretle O, ancak zalimleri cezalandırmaktadır ve zulüm en büyük olmakla, ceza da bittabii en ağır olmaktadır. Bu da O'nun üstüne bir vazifedir, daha doğrusu Allah olmaklığın ve "El-Adil" ism-i celilinin icabı. Aksi takdirde, Deistlerin kokmaz bulaşmaz tanrısı gibi, zulümü düzeltmemekle kendisi zulüm işlemiş olurdu ki bu da Allah olmak ile gayri kaabil-i te'liftir. Zira, şüphesiz Allah, zalimleri cezalandırmayabilir ve hatta zulme mükafat ve adalete ceza verebilir ve mesela, bütün peygamberleri cehennme ve bütün kafirleri de cennete koyabilir; kimse ondan hesap soramayacağı gibi, buna muhakkak ki gücü de yeter; yeter amma, yapmaz, çünkü bunu yapmak bir güç yeterliği mes'elesi değil, bir faziletsizliktir ve O'na da faziletsizlik isnad edilemez.
 
Bundan sonra saf felsefeden politik felsefeye geçeceğiz ve şunu göreceğiz ki, sığ ve sıra-altı siyasetin çığırından çıkardığı ve en üst noktadan harekete geçerek iyice cıvıklaştırdığı etnisite ve kimlik tartışmaları bütün hakların eşit olduğunu farzetmekle aşikare bir biçimde bazı vazgeçilemez, paylaşılamaz ve devredilemez temel hakların çiğnenmesine ve adaletin ifna ve ilgası yoluyla zulme yol açmaktadır ki bu da, zulme maruz kalanların meşru direnme hakkını doğurmaktadır.
Yazıyı PDF dosyası olarak indirmek için tıklayınız. [ Boyutu: 196,20 KB ]




Copyright ©2006-2024, Durmuş Hocaoğlu

Sitede yayınlanmakta olan yazılar kaynak göstermek şartıyla kullanılabilir.

Anasayfa  |  Biyografi  |  Kitaplar  |  Yazılar
Bildiriler  |  Röportajlar  |  İletişim