ANASAYFA BİYOGRAFİ KİTAPLAR YAZILAR BİLDİRİLER RÖPORTAJLAR KÜTÜPHANE İLETİŞİM
        Detaylı Arama

Facebook'ta Paylaş

Sığ ve Sıra-Altı Siyaset ve 'Kimlik' Mes'elesi: II
Durmuş Hocaoğlu

Yeniçağ Gazetesi / 22.01.2006
Bundan önceki yazımızda, bazı hakların fıtri, yani doğuştan gelen ve dolayısıyla da "temel" nitelikte, ayrıca kazanılmaya lüzum olmayan ve hatta kazanılmaktan müstakil; bazılarının da kesbi, yani kazanılan, yani muayyen birtakım emekler, sa'y ü gayretler ile kazanılması gereken haklar olduğunu ve bu sonuncu haklar kümesinin de böylece "vazife" (görev) ile bir bütünlük oluşturduğunu ve ayrıca hiçbir hakkın da hadsiz ve hudutsuz olmadığını söylemiştik. Söz gelimi, herkesin yaşama hakkı, inanç hakkı vardır; bunlar fıtri ve devredilemez, vazgeçilemez, ayrıca istihsal edilmeyen temel haklardır. İkinciler ise mutlaka bir bedel karşılığı elde edinilen ve o bedel ödenmediği takdirde teşekkül etmeyen, doğuştan gelmeyen haklardır ki bu bedel de vazife denen şeydir ezcümle ve hatta vazife dahi her vakit, her şart altında oluşmayabilir: Herkesin her dilediği işte çalışma, her dilediği istediği ücreti alabilme hakkının ve kezalik herkesin her dilediği kişi ile evlenebilmesi diye bir hakkının olmaması ve bunun da vazifeden müstakil olması gibi. Ancak, hiçbir hak sonsuz ve sınırsız değildir, belirli ahval ve şeraite binaen tahdidi veya tamamen ilgası ve ellerinden alınması mümkündür ki buna fıtri, yani temel haklar da dahildir– bir cürm karşılığı hapis, yani hürriyetin tahdidi veya idam, yani yaşama hakkının iptali ile cezalandırılma gibi; keza fıtri hakların dışındakilerin de herkese mütesaviyen verilmesi diye bir şey de mevzu edilemez.
 
Şu hale göre, bir cemiyet içerisinde her kişinin, temel haklar dışında, bire-bir aynı haklar ile donatılmış ve donatılması gerektiği gibi bir düşünce bizzat hak ve adalet kavramları ile çelişkin olacaktır; çünkü aksi halde, herkesin, muayyen bir bedel ile sahip olunabilecek olan niteliklere, daha az bedel ödeyerek veya hiç ödemeyerek sahip olmasını meşrulaştırmak gibi mütenakız bir durum hasıl olacaktır ki bu da adaletin çiğnenmesi anlamına gelecektir; zira bu "mutlak eşitlik" olup o da adalete muhaliftir . Mesela, bir hoca, derste bilgisini bütün sınıfa eşit olarak tevzi eder, bu "eşitlik" şartıdır; ama imtihan sonucunda notları herkese eşit olarak veremez, liyakata göre verir ki bu da "adalet"tir; aksi halde, herkese eşit not, yani mutlak eşitlik, bizzat hakkın ve adaletin ilgası demektir ve buradan da başka bir hak doğar: Mutlak eşitlik ile hakları gaspedilen ve adaletsizliğe mahkum edilen daha yüksek not alması gereken talebelerin direnme hakkı; fakat bu, bu talebeler için bir görev de olur, çünkü hakkın ve adaletin çiğnendiği yerde hak ve adalet için mücadele etmek bir tercih değil bir vazife teşkil eder, aksi ise suç.     
 
Şimdi, bundan önceki yazımızda belirtmiş olduğumuz, Adalet, Hürriyet ve Mülkiyet şeklinde maddeleştirdiğimiz ve Mülk'ün temelini oluşturan üç umdeye geri dönelim. Mülk, yani muayyen bir araziyi vatanlaştırma ve bu vatan üzerinde bir devlet te'sis etme, bir irade ile gerçekleştirilir; çünkü çıplak tabiatta hilkaten mevcut, yani tabii bir veri (muta') olan, sadece "toprak"tır, o toprağın üzerinde siyasi bir teşkilatlanma ise tabii bir veri değil, beşer iradesinin ürünü, yani beşeri bir inşadır. İmdi, kısaca "Mülk" olarak anılan bu beşeri inşa – yani vatan ve devlet – bir insanlık başarısıdır ve buradan da bir hak doğar: Mülk'ün mülkiyet hakkı. Bu hak ise, gayet tabii olarak, o mülkü te'sis eden ve ettikten sonra da idame ettiren iradeye ait olmak iktiza eder. Kimdir bu iradenin sahibi? Tarihi tecrübenin göstermiş olduğu gibi, farklı soy kütüklerinden gelen insan topluluklarının müşterek bir iade ile bir mülk te'sis ettikleri pek vaki' değildir; böyle mülkler ya bir müddet sonra tek bir soy teşkil etmektedirler - Fransa örneğindeki gibi - veya baskın bir soyun içinde erimektedirler - Amerika örneğindeki gibi - veya fücceten kolaylıkla dağılıp gitmektedirler. Mülk, hemen daima tek bir soy tarafından, o soyun dayanışmasının (asabiyesinin) iradesinin bir mahsulü olarak ortaya çıkmaktadır ki bu soy dayanışmasına da Haldun'un terimiyle, Neseb (Soy) Asabiyesi denir. İşte Mülk'ün mülkiyet hakkı, bu kurucu iradenindir; ne var ki, bazı mülklerin kurucu iradeleri zamanla bu mülkiyetlerini ellerinden kaçırabilmekte ve başka bir irade onu içten ele geçirebilmektedir - Doğu Roma'nın kurucu iradesinin Latin olmasına mukabil, Helen iradesinin O'nu Helenleştirmesi gibi-; çünkü, Mülk, bir kerre sahip olunduktan sonra devamlı korunması gereken bir şeydir. İşte, Mülk'ün mülkiyetinin, yani sahipliğinin anlam ve önemi burada ortaya çıkmaktadır: Mülk'ün mülkiyetinin, kurucu, yani asli iradenin elinden alınmak istenmesi, Mülk'ün asli maliklerinde bir direnme hakkı doğurur; hatta daha bile fazlası: Bu, yalnızca bir hak değil, hakkın, adaletin ve mülkiyetin muhafazası için bir görevdir de ve bu görevi yerine getirmeyenler sadece haklarını kaybetmekle kalmazlar ve fakat suçlu da olurlar.
 
İşte, Türkiye malum ve mahut etnisite ve kimlik tartışmaları ile böyle bir bıçak sırtına doğru gidiyor; daha doğrusu, götürülmek isteniyor: Mülk'ün asli maliklerinin direnme hakkı ve görevi doğduğu, aksi halde hem haklarını kaybedecekleri ve hem de suçlu duruma düşecekleri bir bıçak sırtına.
Yazıyı PDF dosyası olarak indirmek için tıklayınız. [ Boyutu: 176,77 KB ]




Copyright ©2006-2024, Durmuş Hocaoğlu

Sitede yayınlanmakta olan yazılar kaynak göstermek şartıyla kullanılabilir.

Anasayfa  |  Biyografi  |  Kitaplar  |  Yazılar
Bildiriler  |  Röportajlar  |  İletişim