ANASAYFA BİYOGRAFİ KİTAPLAR YAZILAR BİLDİRİLER RÖPORTAJLAR KÜTÜPHANE İLETİŞİM
        Detaylı Arama

Facebook'ta Paylaş

Nasıl Olsa Orası Danimarka Ya...
Durmuş Hocaoğlu

Yeniçağ Gazetesi / 17.02.2006
Vakıa aynı soruyu birkaç kere sorduk; ama yine de sorabiliriz – çünkü felsefe sormaktır-; niçin tam da bu zamanda? Niçin tam da Ortadoğu'da İslam dünyası üzerine müteveccih yeni bir "Crusade"ın tamtamlarının çalınmaya başladığı bir dönemde, birtakım haddin bilmez makule herif-i naşerifler başka bir meşgale bulamamış gibi, doğrudan hedef gözeterek nişan alıp İslam'ın tam kalbine, cepheden küfür-kebair taarruza geçiyor?
 
İmdi: Bir komplo fikrine kurban gitmemek için soğukkanlı düşünelim ve "acaba şöyle de denebilir mi?" diye tefekkür edelim: Bu gibi kişiler zaten hiçbir mukaddesat tanımazlar, hatta müessese olarak Hristiyanlık Avrupa'da hala çok güçlü ve çok müessir ise de, doktriner açıdan, yani, hakiki manada bir inanç sistemi olarak, elini-ayağını çekiyor; öyle ki, artık, umumen tüm Batı'yı tazammun etmekle beraber hususen Avrupa'yı işaret ederek, Hristiyan aleminin açıkça bir "Hristiyanlık Sonrası Dönem" (Post-Christian Era) yaşamakta bulunduğu, kesbetmiş olduğu ehemmiyetine binaen, akademik seviyede enine-boyuna tartışılır olmuştur.[1] Bu, bir manada, "Tanrı'ya ihtiyaç duymayan bir dünya kurmak" olarak da okunabilecek olan Modernite'nin ihdas ettiği ve Pos-Modernite'de de süregiden, gerçekten de yalnızca Batı için değil bütün dünya için – ve tabii aynı zamanda bizim için de - ciddi bir tehdit oluşturan kötü bir gelişmedir; bu noktada Papa XVI. Benedictus'un, delici nazarlarıyla, kullarını her an takip eden ve onları bir gün sigaya çekecek olan Tanrı fikrinin modern insanı nasıl rahatsız ettiğine dikkat çeken şu ifadelerine ciddiyet atfedilmesi gerekir[2]:
 
"Dünyadaki tüm tehlikeler karşısında bir kez daha aynı soruyu sormak gerekecek: Tanrı var mı? Varsa ger­çekten de iyi bir Tanrı mı? Yoksa Tanrı gizemli ve tehlikeli bir gerçeklik mi? Modern toplumlarda bu soru biçim değiştirmiştir: Tanrının varlığı özgürlüğümüzün sınırı gibi durmaktadır. Tanrı, sanki gözleri ile bizi takip eden bir gözetmen, denetmenmiş gi­bi. Modern çağda Tanrıya karşı yükselen başkaldırış işte bu her şeyi gören Tanrı bakışından kaynaklanmaktadır. Bu bakış sanki bir tehlike, bir aşağılanma gibi geliyor bize. Görülmemiş, izlenmemiş olmayı yeğliyoruz. Tek başımıza kalmak istiyoruz ve bu bize yetiyor. İnsan yalnızca Tanrıyı bir tarafa ittiği zaman ken­dini özgür ve kimliğini bulmuş gibi hissediyor. Bunu bize, Tan­rıyı rakip gibi gören Adem Peygamberin hikayesi de söylüyor: Adem Peygamber, Tanrıdan gizlenerek "bahçedeki ağaçlar ara­sında" tek başına yaşamak istemektedir. Sartre da aynı şeyleri söylemektedir: Tanrı varsa bile, Tanrı kavramı insa­nın büyüklüğü ve özgürlüğü önünde bir engel olduğundan, var­lığı yadsınmalıdır."
 
"İyi de, Tanrıyı bir tarafa attıktan sonra, dünya daha aydınlık, daha özgür ve daha mutlu yaşanılan bir yer mi oldu? İyi de bu şekilde insanın onuru hileyle elinden alınmış, her türlü acımasız ve insafsız seçimlerle karşı karşıya kalıp, içi boş bir özgürlüğe mahkum olmuş olmuyor mu? Tanrının bakışı, köleliğin ve bağımlılığın bir biçimi olarak algılanırsa, evet işte ancak o zaman insanı tedirgin eder ve korkutur; ama bir de bakışlarından onun bize duyduğu sevgiyi görürsek, bizi yaşatan varlığımızın temel önkoşulu olduğunu keşfedersek, o zaman da korkar mıyız?"
 
Görüldüğü gibi, "tanrı-tanımazlık" öyle basit birşey değil; bir de Nietzsche veya Sartre gibi, "Tanrı var, en azından belki var; ama ne yazık ki var" diyenler de var.
 
Buna binaen, ola ki, bu mes'ele sadece bundan ibaret olsa; bu, affedilebilirlik demek değil, elbette, sadece mes'elenin veçhesinin değişmesi demektir. Fakat hiç de konjonktüre uymuyor. Yani: Evet, Batı'da gavurluk zincirlerden boşalıyor, ama, yine de bu başka birşey...
 
Veya şöyle mi desek: Bu gibi insanların, bu saik yanında başka sebeplerle de, sadece inanmazlık etmekle kalmayıp, yine kendi ülkelerinin ve kendi insanlarının dini olan Hristiyanlığa karşı da kaba davranmaktan çekinmedikleri sıklıkla vakidir ve mesela, Kilise'nin bile erkek-erkeğe evlilikleri ibra ettiği, bayrakların don olarak giyildiği bir kültür ortamında böyle şeyler pek de dikkat çekmeyecek kadar kanıksanmıştır; işte bu da 'öylesine bir şey'dir, bir kast-ı mahsus yoktur, filan....
 
Belki denebilir; hani nasıl olsa orası Danimarka ya, bir yandan zirveye fırlamış bir refah seviyesi, diğer yandan dibe vurmuş bir ahlaki düşüklük, öyle ki, cinsi sapıklığın kendisinin değil ayıplanmasının ayıplandığı günah toprakları; hani nasıl olsa orası Danimarka ya, gırtlağa kadar refah da orada, psikolojik nevzorların alası da, dünya hayatını çılgınlar gibi yaşamak da orada ve keza, mide ve diğer et-ten hazlarından ibaretleştirilen bu dünyayı ve onun hayatını anlamsız bulmaya başladığı için, "Orada Olmayan Adam" (The Man Who Wasn't There, 2001) isimli filmdeki talihsiz saf bir berber rolündeki Billy Bob Thorn'un "mes'ele olmak veya olmamaksa, olmayayım daha iyi" diyerek sükunetle ölüme gitmesi gibi,  "batsın bu kavanoz dipli dünya", diyerek kendi eliyle kendi hayatına son verecek kadar ruhen çürümüş insanların ülkesi de orası..
.. belki; ama hiç de inandırıcı görünmüyor..
 
 
[1] Sadece tek bir örnek olmak üzere, bkz.: H. Tristram Engelhardt., "Bioethics Reconsidered: Theory and Method in a Post-Christian, Post-Modern Age"., Kennedy Institute of Ethics Journal., Vol.6, Nr.4, Dec. 1996, pp.336-341;
[2] Joseph Ratzinger., Avrupa; Dayandığı Düşüncelerin Dünü ve Bugünü., İtalyanca'dan Çev.: N. U. Dalay., Gendaş Kültür., İst., 2005., s.103-104
Yazıyı PDF dosyası olarak indirmek için tıklayınız. [ Boyutu: 199,45 KB ]




Copyright ©2006-2024, Durmuş Hocaoğlu

Sitede yayınlanmakta olan yazılar kaynak göstermek şartıyla kullanılabilir.

Anasayfa  |  Biyografi  |  Kitaplar  |  Yazılar
Bildiriler  |  Röportajlar  |  İletişim