ANASAYFA BİYOGRAFİ KİTAPLAR YAZILAR BİLDİRİLER RÖPORTAJLAR KÜTÜPHANE İLETİŞİM
        Detaylı Arama

Facebook'ta Paylaş

Hukuka ve Yargıya Müdahalenin Muhtelif Yolları
Durmuş Hocaoğlu

Yeniçağ Gazetesi / 13.03.2006
Devlet'in Hukuk üzerindeki müdahaleci tutumunun en fazla güçlendiği dönemlerden birisinin modern devlet dönemi olduğunu söyleyebiliriz; çünkü modern devlet "anayasa" yapar her şeyden önce. Devlet'in anayasa yapması, hukuk oluşturmasından başka bir anlam taşımaz. Vakıa devlet bu fiili elbette yine bir hukuki süreçten geçirir; yani, söz gelimi, anayasanın oluşturulmasında hukukçular devreye sokulur vs.; ancak netice itibariyle, asıl çerçeveyi çizen, oyunun asıl kurallarını koyan, siyasi iradedir, öyle ki, hukukun temelindeki felsefe bile siyasi bir vasıf kazanmadan hukuku yaratamaz.  Bu bakımdan, demokratik rejimlerdeki anayasaların yapılması ile despotik rejimlerdeki anayasaların yapılması arasında bu nokta-i nazardan ciddi bir fark yoktur; hatta, hazırlanan anayasanın halk oyuna sunulması da yine bir başka türden siyasi iradenin - halk iradesinin "vazı-ı kaanun" (kanun koyucu) olması bakımından - bu prensibin ihlal edilmiş olduğunu, yani hukukun siyasi iradeden bağımsız olarak teşekkül ve tekevvün ettirildiğini değil, bilakis tam aksini gösterir.
 
Fakat hukuka siyasi/ideolojik müdahale, sadece bu kadar da değildir; bizzat kanun adamları, muhtelif şekillerde müdahalede bulunabilirler ki bunların bir bölümünün bu davranışı tipik bir bürokrat zihniyetin dışa vurulması olarak tecelli ederken, bir bölümü, kanunları aynen verili şekilde tarafsız olarak uygulamaktan başka bir görevi olmadığı halde, kendi siyasi/ideolojik tarafları doğrultusunda mevcut hukuku te'vil ve tefsir eden tarafgir hukukçuların eseri olarak tecelli etmektedir.
 
Kant'ın, "hukukçu" olmaktan ziyade "adliyeci-bürokrat" olarak anılması gereken bu ikinci gruba giren, siyasetçi ile paralellik arzeden, bürokratik zihniyetteki mes­lekten yetişme hukukçuları kastederek yaptığı şu tesbit hayli düşündürücüdür: "Bunlar, yürürlükteki kanunlar üzerinde düşünmekle değil fakat mevcut mevzuatı uygu­lamakla görevli olduklarından, onlarca en mükemmel kanunlar yü­rürlükte olandır, veya bunlar üst makamlarca değiştirilince yerine konandır; bu hukukçuları, alışmış oldukları mekanik düzenden hiç bir şey ayıramaz." [Ebedi Barış.,Çev.: Yavuz Abadan., Seha L. Meray., 1960, s.42]. Kant'ın burada eleştirisini yöneltmiş olduğu hukuk tatbikatçılarını bir yerde anlamak zor değil; çünkü onların asli vazifesi, bağlı bulundukları bürokratik düzen içerisinde "adliyeci" kimliği ile, kanunları sorgulamak değil, tatbik etmeken ibarettir; mesela, siyasi iradenin yapmış olduğu bir kanunla verilen bir hakkın bir müddet sonra geri alınması durumunda işbu bürokratik tatbikatçıların yapacağı başka bir şey yoktur: Ya yeni kanunu sorgulamadan tatbikata koyacaktır ya da vicdanen sindiremeyerek mesleğini bırakacaktır; lakin, mes'ele içten vicdanen meşrulaştırmaya gelirse, o zaman bu ağır eleştiri sonuna kadar haklılık kazanmaktadır.
 
Ancak, birinci gruba giren hukuk tatbikatçıları ve yorumcuları, çok ciddi bir tehlike arzederler; çünkü bilhassa içtihad makamında bulunanların hükümleri kanun vasfı taşımakta olduğundan - ki bu da hukukçuların kanun yapması demektir ve hukuk felsefesi açısından tartışmaya değer bir mevzudur - ayrı bir ehemmiyet arzetmektedir ve ayrıca, gerek kanun yapıcısı ve gerekse de kanun tatbikatçısı olarak hem hukuka ve hem de yargıya hukuk dışı müdahale anlamına gelmektedir.
 
Hukuka - yargı sürecini de dahil ederek söylüyorum - siyasi müdahaleye açık kapı bırakan yollardan birisi de, bürokratik nizam çerçevesinde, hükumetlerin muhtelif vasıtalarla hakim ve savcılar üzerinde doğrudan olmasa da dolaylı olarak baskı uygulayabilme ve yönlendirebilme imkanınlarının mevcudiyetidir.
 
Hukuka hukuk dışı müdahalenin birçok yolundan birisine daha dikkat çekmek gerekir ki bu da, doğrudan veya dolaylı olarak, harici baskılardır; birçok konudaki apaçık örneklerinde görüldüğü üzere, bilhassa Türkiye'nin yaşamakta olduğu Avrupa Birliği sürecinin etkisi ile, mahkemeleri alenen veya zımnen gözetime tabi tutulan bir ülkede, hassaten kritik konulardaki yargılama süreçlerinin bu neviden baskılardan azade olduğunun iddia edilmesi imkansızdır: Orhan Pamuk davasında olduğu gibi, avami tabirle "ipten adam çekercesine", Bay Pamuk, zımnen "AB'nin iradesi böyle istiyor" denerek adaletin pençesinden çekilip alınmışsa, bunun başka bir adı yoktur. Ancak yine mes'ele bu kadar basit değil: AB süreci, Türkiye'nin üzerinde, yargılamayı da aşan bir başka dehşet gelişmeye, Türk hukuk sisteminin AB'nin baskıları ile değiştirilmesine sebebiyet vermektedir; artık, birçok bakımdan, Türkiye'nin kendi hukukunu kendi müstakil iradesiyle oluşturamaz bir ülke haline gelişi, sürecin etkisiyle neredeyse hiç dikkat çekmez olmuştur, amma bu, hukuka müdahaleden başkası değildir.
 
Türkiye bu müdahaleler açısından çok sıkıntılı ve çok kötü günler ve tecrübeler yaşamıştır; sadece askeri darbeleri hatırlamak dahi yeter diyebiliriz. Ne var ki, yukarıda sözünü ettiğim AB sürecinde vuku' bulan "yumuşak" gelişmeler, askeri darbelerin yarattığı "sert" gelişmelere nisbetle daha kalıcı ve daha derin, daha bir telafi edilemez yaralar açmakta olup, birkaç yıldan beri hızlanarak yaşamakta olduğumuz süreç de bunun bir göstergesidir; bence son gelişmeler de dahil olmak üzere.
Yazıyı PDF dosyası olarak indirmek için tıklayınız. [ Boyutu: 196,32 KB ]




Copyright ©2006-2024, Durmuş Hocaoğlu

Sitede yayınlanmakta olan yazılar kaynak göstermek şartıyla kullanılabilir.

Anasayfa  |  Biyografi  |  Kitaplar  |  Yazılar
Bildiriler  |  Röportajlar  |  İletişim